8 Kasım 2015 Pazar


ÖZGÜRLÜĞE KAPANMAK

Yine ısınma vakti gelmişti Uğur için doğal yollardan. Oldu olası hiç sevemedi zaten suni olanını. Bedeninin iki yıl boyunca programlı olarak ısıtılıp soğutulması ruhunu eski Rus bilim kurgu filmlerindeki saçma sapan hareket eden robotlara dönüştürmüştü. Kömür, doğalgaz, kimi koğuşta odun sobası… Hepsi aynıydı Uğur için. Tutar mıydı hiç güneşe teslimiyeti; tutmuyordu. Sabah güneşi ile suratını yıkamayalı iki yıl kadar olmuştu. Bugün bu eziyetin tamda şu anda bitecek olduğunu umuyordu artık. Yinede mahpus damında olan er kişi, kirişi kırmadan kesin yargıya varmamalı diye düşündü. Bahtını çöl güneşine ve kutup ayısının insafına teslim etmiş bedevi misali, her an bir aksilik musallat olabilir başıma bellimi olur diye düşündü. Pantolonu da belinden düşüyordu artık. Aklı, özgürlüğünden bir an olsun kıçını hafif de olsa açığa çıkaran pantolonuna kaydı. Bir kemerim olaydı iyi olacaktı diye hayıflandı. Ne çok kilo kaybetmişti ruhunun bedeninden hükümsüz olduğu kayıp yıllarda. O kadar çok zayıflamıştı ki, dışarı çıkar çıkmaz kuvvetli esecek bir rüzgârın yetersiz beslenmeden dolayı adeta ipe dönmüş boynunu kırabilecek olabilmesinden korktu. Zaten çok kilo kaybettiğini anlaması için ne eski pantolonunu mezura niyetine kullanmasına nede kaburgalarını eliyle yoklamasına gerek vardı. Aynanın karşısındayken gözleri, piyanistlerin piyano tuşlarında parmaklarını gezdirdiği gibi kaburgalarının üzerinde tek tek gezebiliyordu. Cezaevinin kapısını nihayet uzaktan da olsa karanlık koridorda seçmeye başladı. Uğurun yattığı cezaevinde diğer illerdeki örneklerinden farklı olarak uzun bir avludan geçilip ana kapıya ulaşılmazdı. Ana binadan çıktığın anda kendini tekrardan dım dızlak özgür dünyada buluyordun. Esaretinin son saniyelerinde kalacak olan son bir kaç metreyi ceza infaz memuruyla beraber kırk yıllık ahbap çavuş gibi kol kola yürüdüler. Yaklaştıkça kapı daha da belirdi. Cezaevinin kapısı, az sonra sırtını dönüp arkasında bırakacağı yer kadar tırışkadandı. Bu kapı belli ki öylesine bir demir atölyesinde gelişi güzel yapılmış olmalıydı. Kapı, sanki üzerindeki paslarına ve yağlanmamasına isyan ediyor, gıcırdayıp duruyordu. Seslerin karşılık bulamadığı bu yerde yani içeride, ardında kalan tüm arkadaşlarının sesleri gibi kapıda çaresiz resitalini tepkisiz hapishane duvarlarına yapıyor, sesine bir türlü karşılık bulamıyordu.

Uğur bütün bu karmaşık düşünceler ile cebelleşirken sanki yetmezmiş gibi üstüne bir de memur ona öylesine bir geçmiş olsun diyor. Yüzlerce kez söylenmiş bu temenni Uğur'un kulaklarına sahibinin sadakatinden şüpheli geliyor. Anlaşılan o ki bundan sonra sıkça duyacağı bu ve buna benzer laf silsilelerinden nefret edecek.

Dedim ya Uğur en sonunda bugün tahliye oldu ve nihayet gökyüzüyle serbest görüş vakti ondan yana geldi çattı. Hâlbuki hâkim mahkeme safhasında altı seneyi tamamlatacak kararlılıkta gözüküyordu. Sağ gösterip sol vurdu hâkim, iki yılsonunda Uğur'un yüzünde mutlu bir morluk açtı. Peki ya bundan sonrası? Uğur gömülü paralarına mı gidiyordu? Parada yoktu, gömüde yoktu. Sabit olan ve elinde olan tek şey iki seneydi. Hürriyeti üzerine ahkâm kesen hâkim cezasını yetersiz görmüş olsa da, elden ne gelir bir kere tahliye kararını imzalamıştı. Hukuk hâkimin elini kolunu bağladı. Hâkim hiç o yerli olmak istemese de, dedim ya, hukuk hâkimin derdini anlamadı. Ne yaptı ne ettiyse hâkim efendi sadece iki senecik yatırabildi.

Uğur, tam da şu an ben size bunları anlatırken uzun zamandan sonra tekrar bedenini güneşe teslim etmenin tarif edilemez heyecanını yaşıyor. Sonbahar güneşi kapı açılınca önce Uğur'un ayaklarını kavradı. Misafirliğe gidilince yaşlı teyzelerin eğilerek uzattıkları terlikler kadar samimi olan gün ışığı Uğur'un ayaklarını sarmalıyordu. Uğur hamuruna tekrar cesaret katmaya çalıştı. Önce tereddüt içinde bir iki adım attı. Kapı eşiğini geçemeden durakladı. Bir süre bekledikten sonra tümüyle kendini dışarı çıkardı. Kapıdan çıkış anını gören en şüpheci gözler bile Uğur ile güneşin birbirlerine sarılırken tekrar ayrılmamak üzere sözler vermiş olduğuna gönül rahatlığıyla kefil olabilirlerdi. Geride kalan tüm alakasıyla helalleşmeye fırsat bile bulamadı. Kapı tekrar Uğur'un özgürlüğünün üstüne gürültülü bir şekilde kapandı. Elini gözlerinin üzerine siper etmiş parıl parıl parlayan güneşe bakmaya çalışırken kulakları, özgürlüğe kapatılmak bu olsa gerek diye fısıldadı bedenindeki diğer kardeş duyu organlarına.

Hiç buraları bilmeyenler bu yazdıklarıma şaşırmamalı. Özgürlüğe kilitleniyor buradan çıkanlar. Bu durumu anlaması zor olacak belki buraları hiç görmemiş olanlar için. Dürüst olmak gerekirse en adi soysuzun bile görmesini de temenni etmem. Bir kere düştün mü Uğur gibi bu bataklığa, dışarı çıkmanın hiç bir önemi kalmıyor. Hep kilit vuruluyor özgürlüğünün üstüne ve sen çaresiz üzerindeki çamurdan kurtulmaya çalışıyorsun kalan hayatında. Seni, bu viranede geride bıraktığın duygularınla ve kapının arkasında olanların farkındalığıyla törpülemeye devam ediyorlar. Öncesinde âdemoğlu anlaşılan bir kapı, bir kilit olduğundan bi haber yaşıyor. Hani demiş ya birisi herkes kendi zindanını yüreğinde taşır, doğru lafa ne hacet; ama biraz eksik. İnsanlar bir de kapı taşıyor aklında buradan çıkınca. Her an kilit dönebilir ve kapı açılabilir. Kafan allak bullak bundan sonrası. Her an kapının tekrar üzerine kapatılabileceği paranoyası ile arta kalan haklı haksız defolanmış hayatını yaşamaya çabalıyorsun. Kapının hangi yöne kapandığının aslında hiç bir değeri olmadığını ancak üzerinden bir süre geçtikten sonra anlayabiliyor ham bir beyin. Lakin kişi benliğinde yarattığı duygu karmaşasını anlamasa da yakasının bir kenarına çengellenen korku ister istemez bir farkındalık yaratmıyor da değil.

Yükü ağır olsa ne yazar. 'Yük derken?' diye soranlarınız olacak elbet. İçerideki arkadaşları sağ olsunlar, ortak geçmişe ait anıları dışarı çıkarken fosforlu jelâtine sarıp eline tutuşturdular, bu andan sonra hediye mahiyetinde armağan edilen bu yafta, Uğur tarafından bir ömür taşınacak. Ona bu hediyeyi layık gören kader arkadaşlarının hepsi mülayim çocuklar mı? Sanmam. Ama yinede fikir yürütmeden önce içlerinden bazıları hakkında bir iyice düşünülmeli derim. Tamam, katil var, dolandırıcı var, hırsız var, siyasi var. Var oğlu var. Hepsi bir mi? Değil elbet. Zaten hepsinin bir olması, tarihin bugüne kadar insanoğluna öğrettiklerine aykırı… En az bir tanesi mutlaka günahsız olmalı. O bir kişi mutlaka tüm sistemden öç almalı. Her birimizin pişman olmasındansa, günahsız olma hakkını o masuma tüm insanlık adına vermeliyiz. Geçmiş zamanda yaşanmış acı gerçekler ve insanlar hakkında daha üzerinde doğru düzgün düşünülmeden yarattığımız önyargılarımız günü geldiğinde gerilla taktikleriyle beyinlerimize sızmıyor mu? Vicdanlarımıza ve de âdemoğlunun kafasına uzun fitilli ama er ya da geç patlayacak dinamitler bırakmıyorlar mı? Alkışlarla yargılayanların, cezalandıranların, kalem kıranların torunları en üst perdeden meclis kürsüsünde günah çıkarmıyorlar mı atalarının arkasından kırk yıllık eşeklere nazire edercesine? Ya biz o günahsızlık, masumiyet hakkını verdiğimiz seçilmiş sayesinde vicdanlarımızı rahatlatmıyor muyuz? Üstünde yürüdüğümüz yolun gedikleri bizi mecbur bırakıyor olmalı. Hukuk günün koşullarında tatminkâr cevaplar veremiyor ise, aynı kaderi paylaşanlar koşulsuz bir teslimiyet ile gelecek günlerin masumiyetlerinin haklılıklarını ortaya çıkaracağına olan inançları ile güçlerine gitse de beklemiyorlar mı? Sistemin orada tutsak yatan masumlardan beklentisi, insanların nazarında tekrar güven kazanmak adına mantarı gevşetmeden on, yirmi ve hatta otuz sene tavını bekleyen şarap gibi kondukları kuytuda beklemeleri. Pardonun kıymetinin sorgulaması ise maalesef gelecek günlere bırakılıyor.

Uğur, hâkimin nazarında tahliyesinden hemen sonra elini kolunu sallayarak cukkaya attığı paraları sakladığı yerden çıkartmaya gidiyor. Cezaevinin kapısının önünden yarım saatte bir şehir merkezine giden minibüsler geçiyor. Kapının önünde öylece şaşırmış bir şekilde bir müddet etrafı izliyor. Ne çok değişmiş onun için yeşil, sarı ve mavi. Cebinde beş kuruş parası yok. Varsın olmasın bakmak parayla değil ya. Sıradaki minibüsü beklerken yolun karşısındaki ağaçları bedavadan seyre dalıyor.
Ağaçların hemen sağındaki arazinin üzeri sürüsüne bereket papatya dolu... Hepsinin göbekleri kızıla çalmış. Arılar papatyaların üzerinde ring atıyor. Doğa için çalışmanın tam da mevsimi olmalı diye aklından geçiriyor. Uğur ise iki yılın sonunda kendini konulduğu buzluktan çıkarılmış gibi hissediyor. Daha şimdiden kanının çözülmesi ve bu cümbüşe katılması için ne kadar zamana ihtiyaç duyacağı konusunda meraklanıyor. Tekrar başarabileceğine dair kuşkular taşıması bu sorudan zihnini derhal uzaklaştırmasına neden oluyor. İki sene sonunda yeni yeni korkulara sahip olmak kimin cesaretini kırmaz ve kimi ürkütmez ki.

Belli görmeyeli özlemiş dışarının tüm renklerini, gözünün alabildiğine gördüğü ne varsa uzun uzun bakıyor. Aylak ve kısmen de keyifli olan seyrinden uyandığında ne yapmalı diye düşünmeye başlıyor tekrar.

Kim demiş onca adamın çıkarken orada bırakıldığını?
Kim tüyebilmiş olay mahalinden sessiz sedasız?
Hepsinden yüklenmişken Uğurun sırtına bir şeyler, sırtının gece vakti tutan ağrısı ona pek alışıldık bundan sonra.

Uzaklardan binlerce ses soruyor kim bu Uğur diye?
Uğur mu?
Uğur dolandırıcı.
Fiyakalı mı?
Sanmam.
Filmlerdeki çapkın olanlardan mı?
Hiç değil. Ters köşeye yatırır adamı muhtemelen. Eldeki hatunu bile kaptıran cinsinden. Kahve takımındaki kırık fincan. Her an çatlayabilir. Sıcağa soğuğa gelemeyen. Dayanıksız olan, özgürlüğe kapatılan, işte o Uğur.

Hiç yorum yok: